İki yıl önce İstanbullular, bir Pazar gününe bir intihar saldırısıyla uyandı. Taksim Meydanı’nda saat 10:30 civarında bir canlı bomba, 32 kişinin yaralanmasına neden olmuştu. İşte o patlama bir kitaba konu oldu. Pupa Yayınları’ndan çıkan 10:30 adlı kitabın yazarı Hasan Cüneyt Bozkurt, Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü ile adım attığı edebiyat dünyasında ilk kitabını okurlarla buluşturdu. Yayıncısı “roman” demeyi seçse de, “10:30” aslında iç içe geçmiş kurgusuyla bir öykü kitabının bütünlüğüne sahip. Bozkurt da, genç bir öykü yazarı aslında. Bugüne kadar hep öykü yazmış. Farklı metin türlerini kullandığı kitapta da göreceksiniz ki, diğer anlatım biçimlerine de o kadar uzak değil. 16 karakter üzerinden Türkiye’nin geçmişine, bugününe, acılarına, özlemlerine, hayal ve beklentilerine uzandığı kitabında şiire, mektuba ve hatta haber metnine kadar pek çok anlatım biçimini kurgu içine yedirmiş. Hatta sinemaya özgü görsel anlatım dili, senaryoya elverişli bir portreler bütünü çıkarıyor karşınıza. Bozkurt, Türkiye’nin bugünkü insan manzaralarından bir demet sunduğu kitabın kurgusunu da bu olay üzerine temellendirmiş. Genç yazar, Aydınlık Kitap’la söyleşisine “Terör, insan ayrımı yapmıyor.” diyerek başladı. Gerisini kendisinden dinleyelim.
Türkiye’den insan portrelerini bir meydanda buluşturdunuz. Neden Taksim’deki patlamayı seçtiniz?
Her karakter, aslında “Memleketimden İnsan Manzaraları” gibi bir konuma denk geliyor. Hepsinin Türkiye’nin sosyolojik bir parçası olduğunu düşündüm. Dolayısıyla tek bir kurgunun içinde toplamak istedim. Terör eylemi hepsini bir araya getirmeme aracı oldu. Terör de sonuçta bu ülkenin ciddi bir sorunu, ciddi bir gerçeği. Çizdiğim karakterlerden bağımsız bir konu da değil. Yani hepsini içine alacak bir özelliğe sahip. Bu yüzden bütün hikayeler 10:30’da başlıyor ve 10:30’da bitiyor.
Hepsinin öyküsünün 10:30’da buluşmasının nedeni ne? Neden bir terör olayı?
O, hepsini buluşturan bir rastlantı aslında. Birbirinden habersiz, aynı sorun etrafında buluşmuş 16 kişi, birbirine eklemlenen bir buluşma. Terör, insan ayrımı yapıyor. Hepsi bu terör olayıyla doğrudan bağlantılı olmasa da, terör o öykülerde anlatılan toplumsal olayların bir parçası.
Genç yazar ve yönetmenler, güncel sorunlara daha çok eğiliyor son zamanlarda. Sizin için belirleyici bir şey miydi güncel bir sorunu işlemek?
Kendime dert ettiğim şeyi yazıyorum. İlla ki toplumsal olayları anlatayım, diye bir şey yok. Eğer o sorun gerçekten benim sorunumsa ya da hayal ettiğim karakterlerin sorunuysa bu, hikayenin içine sızıyor. Toplumdan bağımsız çalışamadığımıza ve yaşayadığımıza göre metnin içerisinde mutlaka toplumsal sorunlar yer alıyor.
Kitabın arka kapağında “Yaşanmış olaylardan kurgulanmıştır.” deniyor. Kendi yaşantınızdan yaşanmışlıklar mı bunlar?
Yazdığınız bir şeyde hayatınızdan mutlaka bir şeyler bulunur, bundan kaçamazsınız. Ama bir cinayeti anlatmak için illa ki katil olmak gerekmiyor. Yüzde 90’ı benim hayatımdan değil ama acısını hissettiğim insanların öyküleri bunlar.
Kitabın dikkat çeken yanlarından biri de, görsel anlatımı. Sinemaya çok elverişli. Sinemayla özel olarak ilgileniyor musunuz, yoksa yazım sürecinde geliştirdiğiniz bir özellik mi?
Sinemayla ilgilenmemek mümkün değil. Kült filmler herkesi etkilemiştir. Sinemanın görselliğinin edebiyata çok şey kazandırdığını düşünüyorum. Sinema, edebiyattan çok beslendi ve bazı boyutlarıyla edebiyatı aşmış durumda. Edebiyatla işbirliği halinde çok daha güzel noktalara gelebilir, diye düşünüyorum. Aynı zamanda sinema tekniklerini kullanmak zevkli bir şey.
Peki ileride senaryo yazmayı da ister misiniz?
Önceden bilebileceğim bir iş değil. Bir konu olur, “Bu, sinema dışında başka bir biçimde anlatılamaz.” dersiniz ve onu öyle anlatırsınız. Bir içeriğin her türde anlatılabileceğine inanmıyorum. Her şey kendine en uygun dille anlatılmalı. O yüzden bazen mektup, bazen tutanak, bazen günlük ya da şiir en uygun anlatım oluyor.
Peki okurlardan nasıl tepki alıyorsunuz?
Genelde romanın hızlı, heyecanlı, aksiyon dolu olması beklenir. İnsanın bir kitabı eline alıp okuması zaman gerektiren bir şey ve insanlar o zamanı iyi değerlendirmek istiyor. Vurucu, heyecanlı, etkileyici metinler arıyorlar. 10:30’u okuyanlar arasından kimileri olay örgüsüyle ilgileniyor, kimileri başka katmanlarla.
“10:30” ilk kitabınız. Ama önceden de öyküler yazıyordunuz. Bugün genç yazarların en büyük sorunlarından biri, bir dergi ya da benzer bir kanal üzerinden okurlarla haşır neşir olamaması. Sizde nasıl oldu bu süreç?
Bende biraz daha farklı oldu. 18 yıldır yazıyorum; fakat çoğu yayınlanmadı. Çekirge Yazı Atölyesi diye bir topluluğumuz vardı. O toplulukla birlikte internet dergiciliği yaptık. Bazı öykülerim orada yayınlandı.
Peki, basılı dergiler sizin gibi genç yazarlar için aynı işlevi sürdürebiliyor mu?
Dergicilik, genç yazarların okurlarla buluşması sürecinde çok önemli. Bir dosyanın kitap olarak basılabilmesi için epey bir denemeden geçmiş olması gerekiyor. Yazdım, oldu, denecek bir şey değil. Dergiler bu denemeler için güzel bir fırsat. Ama çoğu sabit kadrolara sahip. Yine de dergilere öykü, şiir ya da deneme göndermekte ısrarcı olmak önemli. Sonuçta ürününüz belirli bir kitleye hitap eden yayın kurullarınca onaylanmış oluyor. Bu noktada internet dergiciliğinin başka avantajları var. Genç yazarlar için yeni bir alan açmış durumda. Bir yandan da şöyle düşünüyorum. Bu işlerle uğraşan kişiler, aynı zamanda yazan çizen kişiler oldu artık.
Sadece okuyan bir kitle yok mu yani?
Sadece okuyan okur, popüler okur gibi geliyor bana. Çok da büyük sözler söylemek istemiyorum ama benim gördüğüm bu. Edebiyata gönül verenler, öyle ya da böyle bu işin bir ucundan tutuyorlar.
(01.06.2012) Aydınlık / Seza Özdemir