Hasan Cüneyt oldukça üretken bir yazar. Hemen her kitabında yeni Türkiye diye tabir edilen etik değerlerin yerine neoliberal bazlı politik yansımaların yaşamlarımızı ele geçirdiği, soğuk ve güvensiz ilişkilerimizden dolayı ölü doğan memnuniyetsiz hayaletlerimizle çevrili, tekinsiz bir yaşamla baş başa bırakıyor okuyucusunu.
Örneğin Balkondaki Adam’ın çoğu öyküsü, karşımıza farklı özneler eşliğinde çıkıyor olabilir ama öykülerin birçoğundaki karakterler aynı denizde buluşuyorlar. İnsanı dolar kuru gibi bir aşağı bir yukarı çeken ama insan olmasına izin vermeyen bir hayatta mutlu olmak için mucize arayan karakterlerin iç dünyasına götürüyor bizi Balkondaki Adam. Fakat Hasan Cüneyt, içerik kadar biçime de önem veren bir yazar. Yalın ayakla toprakta yürüyor gibi hareket eden sade bir üslupla yazıyor. Süslü püslü betimlemeler ve ağdalı cümleler ona göre değil. Bu yönüyle modern Türk edebiyatçılarının sıra dışı üsluplar yaratma çabaları yüzünden birbirlerine benzediği bir eğilime ortak olmuyor. O sadece kendisi gibi olmaya çalışarak, belki farkında belki farkında olmadan bir yönüyle Sabahattin Ali bir yönüyle Sait Faik gibi büyük isimlerin izinden emin adımlarla yürüyor.
Okuyucuyu tavlamaya çalışmaktan; okuyucunun üzerine oynamaktan ziyade kendi izlenimlerinin onu sürüklediği tarafa doğru giden bir natüralist gibi; hezeyanları yerine kendi gerçekleriyle ilgilenen bir yazar Hasan Cüneyt.
Mekan ve zaman örgüsü bağlamında zaman zaman bir edebiyatçıdan ziyade bir film senaristi gibi hareket ediyor. Edebi, soyut kavramları bile bir sinemacı gibi somutlaştırabiliyor. “’Platon-ik”, “Kucak” gibi öykülerde sinema senaryolarında daha çok rastlanan zincirleme ve paralel film kurgularının örneklerini görebiliyoruz. Hasan Cüneyt, bu yönüyle Türkiye’deki çağdaşlarına göre sinema tekniğine daha çok yaslanıyor. Üstelik bu işi sıradan bir film senaristinin yüzeyselliğinde değil, edebiyatın has çizgisinden ödün vermeyerek sürdürüyor.
Kelimeleri yeniden icat etmek gibi bir dert taşımadan yazdığını düşünüyorum. Örneğin bir özne olarak kendi varlığını evrensel duygularla ustaca ilişkilendirebiliyor. Bu yüzden Balkondaki Adam herhangi biri değil; sıkıntılı bir durumun, bir tür ruh halinin veya bir tür hayal kırıklığının kendisi veya tespiti gibi. Var olan yoklukların beklenen varlıkları karşılayamadığı, rutin gerçekliklerin silikleşip giden insan gölgeleriyle birleştiği bir çeşit figür koyuyor ortaya.
Balkon bir tür merkez aslında, bahçeye, dışarıya açılan bir kapı gibi ama sadece dışarıyı izlemenize izin veriyor; çünkü bu kapıdan geçip gidemiyorsunuz. Bu yüzden birazdan her şey kaybolabilir, at arabanız balkabağına dönüşebilir.
Balkonları sadece manzarayı izlerken kahvaltı yapmanız için mi icat ettiler sanıyorsunuz? Çok uzaklara bakıp kaybolmanız için icat etmiş olamazlar mı? Başkalarının karışmadığı bir dünyayı kafanızın içinde kurmanız için icat etmiş olamazlar mı? O halde balkondaki adam neden siz olmayasınız?
Hasan Cüneyt, hemen her kitabında bu empatiyi duyumsatan metinler ortaya koyuyor. Buna içe bakış da diyebiliriz. Hem karakterin kendine hem de topluma yönelen, birey ve toplum olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz kavram. Sahtelikten, kibirden, gösterişten, içi boşaltılmış duygulardan arındırılmış, sahici, insani ve yiğit bir kavram: İçe bakış. Bence Hasan Cüneyt külliyatı bu kavram üzerinde yükselmektedir.