2000’Lİ YILLARDA TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ: MAHUR BESTE, İSMAİL TURAN

Öykü, yaşadığımız şu dönemin, tartışmasız en çok icra edilen edebi türü. Modern zamanların kendisiyle beraber çoğullanan bir yazım ediminin teşvik ettiği bu üretim-tüketim durumunun dışa vurumu, şüphesiz birçok kişinin dikkatini çekmektedir. Edebiyat, sanat mahfilleri, bilhassa süreli yayınlar piyasası büyük bir hareketlilik içerisinde. Bu noktada öyküye emek vermiş, öykü üzerine zihin yoran insanların 2000’li Yıllarda Türk Öykücülüğü bağlamında fikir ve görüşlerini sorduk.

Öykünün yükselişine dair neler düşünüyorsunuz? 2000’li yılların öyküsü ne durumda?

Çok okumaktansa belli yazarlar üzerinde yoğunlaşmayı tercih ediyorum. 2000 öncesinin öncülüğünü düşünürsek, bu durum sonrası için pek fazla zaman bırakmıyor. Yazdıklarımızı okuduklarımızın üzerine kuruyoruz. Bir türev oyunu gibi. Zamanla tüm metinlere yazı malzemesi gözüyle bakmaya başlıyorsunuz. Nasıl anlatıyor, sorusu; ne anlatıyor, sorusunun önüne geçiyor. Bu açıdan 2000 sonrası yazarlarda, öncesinin izlerini sürmek mümkün. Yaşar Kemal güzel bir örnek. Abidin Dino’nun kütüphanesinde klasikleri devirdiği dönemler geride kaldığında, romanlarına başlamadan önce Parma Manastırı’ndan herhangi bir bölümü açıp okurmuş. Öykü türünde düşünürsek benim Parma Manastırım Yusuf Atılgan’dır.

Bu kadar çok üretiyor olmak öyküye ne kazandırır, öyküden neleri götürür?

Babil Kütüphanesi’ni hatırlayalım. Şimdiye kadar yazılmış ve bundan sonra yazılacak tüm kitapların yer aldığı o sonsuz kitap girdabını. Orada bir yerdeyiz. “Edebiyat ne işe yarar?” diye soruyor gazeteci. “Bir kuş sesi ya da güzel bir gün batımı ne işe yarar, diye sormak kimin aklına gelir?” diye cevaplıyor Borges. Güzellik üretmenin, insanların kendilerini bu yolla ifade etmesinin kimseye bir zararı olacağını düşünmüyorum. Kütüphanemizin ucu bucağı yok.

Öyküde gerçeklik algısının yeterince işlek hale getirildiğini düşünüyor musunuz? Kurmaca ile gerçek, hayatla sanat arasında öykü nerede duruyor?

Aksini ispatlamak için özellikle üretilmiş çalışmalar dışında hiçbir edebi metin gerçeğin kopyası değildir. Önemli bulduğumuz sahnelerde zamanı yavaşlatır, önemsiz bulduklarımızda hızlandırırız. Mekân atlamaları yaparız. Diyaloglarda fazlalık, tekrar ve eksik olmamasına dikkat ederiz. Öykü, gerçeği yeniden kurar. Gerçeğin bir rüya olduğunu düşünelim. Rüya görürken bunun bir rüya olduğunu bildiğimiz zamanlar olur. Rüyanın hem izleyicisi hem kahramanıyızdır. Kurmaca metin böyle bir rüya ve yazar, bir tür rüya işçisi.

Sanal platformlar hakkında neler düşünüyorsunuz? Modern dönemde bağımlılık haline gelmiş, algıları ve duyargaları aşındıran sanalizasyon mecrasının, bir kurmaca olan edebi türlere yansıması söz konusu olabilir mi?

Sanal platformlarla ilgilenmiyorum. Sosyal paylaşım ağlarına not düşmekle estetik bütünlük taşıyan bir metin ortaya çıkarmak farklı şeylerdir. Sanatçının gerçek hayatta faaliyet halinde olması gerekir. Fişi çekince kaybolan kimlikleri sağlıklı bulmuyorum. Fakat sanal ağla örgütlenen müthiş edebiyat çalışmaları var. Katılımcıların edebiyatı sanal ağın varlığına bağlı değil. Hakiki faaliyet, sanatçıları öyle ya da böyle kesişim noktalarında bir araya getiriyor. Bana göre dikkate değer olan onlardır.

Günümüz okuru bir öykünün kendisinde uyandırdığı tesiri çabucak tüketiyor. Bu estetik tüketim hızına paralel olarak öykü üretimi de hayli fazla. Çabuk eskitiyor, tüketiyor, bitiriyor, yıkıyor ve yok ediyoruz. Öykülerin isimleri bile aklımızda kalmıyor. Çok sevdiğimiz, beğendiğimiz bir öykü; duygularımıza, düşüncelerimize, kalbimize, zihnimize anlık bir uyarı gibi dokunup siliniyor. Bugün ciddi olarak kurmaca metinlerde eksikliğini çektiğimiz şey nedir? Bu noktada okur ve metin bağlamında neler söylenebilir?

Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri’de Okur Merkezli Kuramlar’dan bahseder. Sorunuz biraz bununla ilgili. Unutulmak ve hatırlanmak çok fazla okur merkezli kavramlar. Bazen çok okunan yazarların öykülerini hemen unuturuz. Bizdeki karşılığı zayıftır. Bazen de okunmayan yazarların öykülerini yazarken kendimize rehber ediniriz. Bu yüzden eksikliğini çektiğimiz şey kurmaca metinlerde değil, kendimizde. Eksiğimizi, iç boşluğumuzu bizim dışımızda var olan metinlerle kapatmaya çalışıyoruz. Yazarlar bir adım daha öteye gidip o boşluğu, okuduklarının üzerine kurdukları bir evrene dönüştürüyorlar.

Neden öykü? Yazmak için plan program yapar mısınız, yoksa yazı mı gelip sizi bulur?

Öykü maçı nakavtlar alır. İnsanı sevmeyen toplumcular, doğayı sevmeyen çevreciler, kitabı sevmeyen teologlar, faaliyeti sevmeyen sanatçılar, her şeyde akıl arayan bilimciler. Bunların karşısına öyküyle çıkmak gerekir. Fakat plan yapmak kolay değil. Daha doğrusu öykünün ne zaman olgunlaşacağını kestirmek güç. Düzenli olarak not tutarım. Bunlar öykünün kurgusuna, karakterine, mekâna vs. dair notlardır. Bir an gelir, notlar kendi aralarında örgütlenir ve zorla beni masa başına geçirirler. 

Gençlerin yazdıklarına mesafeli duran birçok editör mevcut. Haliyle genç yazar adaylarının yazma şevki kırılıyor. Öte yandan gençlerin de hemen görünme, bilinir olma beklentileri hayli yüksek? Yazdıklarını hemen yayımlanmasını isteyen, çabucak popüler olma endişesi güden, sabırsız ve iştahlı gençlere neler söylersiniz?

Önceleri basılı dergiler genç yazarlar için ilk kitaba giden yolda kendi okur kitlesini oluşturma mecralarıydı. Şimdi de bir ölçüde bu işlevi devam ettiriyorlar. Fakat elektronik yayının olduğu bir ortamda geleneği olan ya da geleneği aşan ölçütlere göre yayınlanan metinlerden söz etmek çok zor. Yayın kurulu yok. Herkes bir şeyler yazıyor. Çoğu yazdıklarını üzerine kurduğu metinleri, internetteki serbest dolaşımdan seçiyor. Bu dolaşım, edebi geleneklerle bağları zayıf, serbest çağrışımla türeyen niteliksiz malzemeyle dolu. Her ne olursa olsun yazmak kötü bir şey değil elbette. Bu noktada yazarlığın temel kuralı, yazmadan hayatına devam edebilenlerin yazmaması olmalı. Kendini en iyi yazarak ifade edenler de basılı yayın kaygısı taşımamalı. İstikrarlı yazarlar için olgunlaşma zamanla gelişiyor ve o fırsat kendiliğinden ortaya çıkıyor. Tabii bunu böyle söylüyorum ama yazmak, meydan okumaktır. Basılı bir yayınla toplum önüne çıkma heyecanı bambaşka bir şey. O heyecanı kontrol etmek, o dönemi atlatmak zor. Güzellikleri de olduğunu düşünüyorum. Birçok yayınevine dosya gönderip bir zaman çizelgesi dahilinde gün saymak, olumlu cevap gelenlerden birini seçmenin coşkusunu yaşamak, bunlar güzel şeyler. İnsanın kendisine “Bu iş böyle yapılır!” demesi sonraki kitapları için çok güçlü bir alt yapı sağlıyor. Fakat yazmak, yazar olmak ürün yayınlatmakla eş anlamlıymış gibi algılanmamalı. Yazdıkça yazarız, yayınlattıkça değil. 

İyi bir öyküyü nasıl tanımlıyorsunuz? Okurlar iyi bir öyküyü nasıl ayırt etmeli? Öykünün geleceğine dair bir öngörünüz var mı?

John Barth’ın Tükenmişlik Edebiyatı’ndan bir paragraf alıntılamak istiyorum: “Saul Bellow’a atfedilen ‘Teknik anlamda çağdaş olmak bir yazarın en önemsiz vasfıdır.’ sözüne yakınlık duyuyorum. Ancak şunu da ekleyeyim: Bu, en önemsiz vasıf belki de olmazsa olmazdır. Ne olursa olsun teknik olarak çağdışı olmak gerçek bir kusurdur.” Bu bakış açısı benim için önemli. Bununla beraber içerik güçlüyse biçimde olağanüstü çalışmaların önemi zayıflıyor. Öykünün geleceği de bence bu bakış açısında saklı. Sıra dışı çalışmalar yaygınlaştıkça onları aşma istediği de yaygınlaşıyor. Elbette okur ve yazar olarak kaç kişinin ilgi alanına giriyor bu? Çok kısıtlı. 

Günümüz öyküsünde içe dönük metinler epey fazla. Öykülerde insanın bireysel dünyası önceleniyor. Yoğun bir ben dili göze çarpmakta. Bunun yanında biçimsel-kurgusal çeşitlilik açısından başarılı örnekler de mevcut. Bu durumu günümüz öyküsü açısından bir tarz-eğilim-yönelim olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben dili samimi bir anlatım tarzıdır. Yazar, ben diye konuşunca anlatılanları kendisi yaşamış zannederiz ve merakla okuruz. Halbuki merak unsurunu canlı tutmak için ben diye konuşan başka birine de anlattırıyor olabilir. Fakat burada önemli olan nokta orası değil. İçe bakış önemli bir mesele. Bununa ilgili A. H. Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’inden bir bölüm alıntılıyorum: “Müslüman şark, psikolojik tecessüsü pek az tanımıştır. Bazı umumi fikirlerin dışında insan ve insan ruhu onu pek az meşgul etmiştir. Kendisini metodik şekilde derinleştirmeye çalışanlar bulunsa bile, bu bir kültür için umumi bir terbiye mahiyetini alacak şekle girmemiştir. Introspection, bu içe doğru çevrilmiş araştırıcı göz, günah çıkartma kürsülerinin dibinde gelişmiştir.” Böylece bizde romanın Avrupa’ya göre neden 300 yıl sonra geliştiğini de açıklamış oluyor Tanpınar. Avrupa’daki sermaye birikimiyle Osmanlı’daki sermaye birikimi arasındaki muazzam fark, bu 300 yıllık gecikmenin maddi altyapısını oluşturur. Fakat bir de kültürel altyapısı var. Biz kural olarak yüzümüzü Allah’a döneriz ya da dostlarla halleşiriz. Genellikle kural dışına çıkıp dedikodu yaparız. Keşke kendimizi sanatla ifade edebilsek. Onda bile sıkıntılı bir durum var. Edebiyat hala bir dedikodu nesnesi, magazin kafasıyla algılanabilecek bir şeymiş gibi görülüyor, görülmemeli. 

Günümüz öykücülüğünde “toplum” nerede duruyor? Öykü yazarının topluma bakışı nasıl olmalı? Toplumsal algı ve öykü yazımı arasında nasıl bir korelasyon kurabilirsiniz?

Eskimiş bir tartışma ama belirtmekte fayda var. Sanat ne toplum içindir ne sanat içindir. Sanat, insan içindir. İnsanda toplumu sanatla okuruz. Toplumu ne kendimizden çıkarabiliriz ne yazdıklarımızdan ve aynı şekilde kendimizi ne toplumdan çıkarabiliriz ne de yazdıklarımızdan. Konu, öyküde mesaj başlığında düğümleniyor. Öykü mesaj vermemeli. Mesaj metnin içinde erimeli, metnin kendisi mesaj olmalı. Diğer türlüsü işin kolayına kaçmaktır. Ne demek bu? Bir epigraf düşünelim. Öykünün bu epigrafı sahnelemesini bekleriz. “Bana yağmuru anlatmayın, yağın.” der Victor Hugo. Edebiyattan beklentimiz bilim ve felsefenin aksine göstermesidir, anlatması değil. Fakat yazar, karakteri epigrafın yazılı olduğu bir duvarın önünden geçirip uyanıklık yaptığını düşünürse işin kolayına kaçmış olur.

2000'li Yıllarda Türk Öykücülüğü, Mahur Beste, İlkbahar 2018