Yazmak Panzehir Mi? - Halit Payza

    
    Hasan Cüneyt Bozkurt, 1982 Söke doğumlu bir öykücü. 2008’de Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni ilkokul öğretmeni olarak bitirdi. Yazmaya “On Otuz” adını verdiği romanla başladı. Öyküleri yazın dergilerinde yayımlandı. “Sözcükten Resimler” yazarın ikinci romanı. Bozkurt, yaşamına öğretmen yazar olarak devam etti. Öyküler ve çocuk öyküleri yazmayı sürdürdü. Çocuk yazını dergisi “Çocuk Yazar”ın yayın yönetmenliğini üstlendi. Farkındalık yaratmak için Çavdar’dan yola çıkarak Anıtkabir’e bisiklet turu gerçekleştirdi.
    Son kitabı “Buraya Bir Şiir Gelmeli” yazarın dokuzuncu kitabı. Kitaptaki öyküler yirmi dört dergide yayımlandı. Kitaba adını veren öykü, aynı isimle animasyon film olarak sinemaya uyarlandı ve İngiltere'de düzenlenen The Lift-Off Sessions Film Festivali'nin gösterim seçkisinde yer aldı.
    Hasan Cüneyt Bozkurt, yazma eylemini kitaptaki “Saatleri Ayarlama Enstitüsü Savunmaları” öyküsünde, Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsündeki yazdıklarıyla açıklamaya çalışır. Sait Faik, öyküdeki anlatıcı aracılığıyla:
    “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım,” diyerek kendi öykü yazma gerekçelerini açıklar.
    Hasan Cüneyt Bozkurt da “Saatleri Ayarlama Enstitüsü Savunmaları”nda benzeri bir açıklamada bulanarak kendi yazma gerekçelerini açıklar:
    “Sait Faik bile, ‘yazmasam çıldıracaktım’ diyorsa çıldırmadan da yazabilen insanlar bunu nasıl beceriyorlar, gerçekten öğrenmek istiyorum. İnsan aşktan çıldırabiliyorsa öfkeden ve kederden de çıldırabilir. Öykünün kendisi çılgınlıktır bence. Taşkınlığı yatıştıran bir panzehirdir. Sükûnet içindeyken elim kaleme gitmiyor. Sadece yaşıyorum. Çıldırmadan yazabilenler esas mutluluğun o sükûnette olduğunu söylüyor ve bunu yazıyorlar. Hayranlık uyandırıcı bir şey. Nasıl isterdim onlar gibi olmayı. Olmadı.”
    Bozkurt, öykünün sükûnetle de öfkeyle de yazılabileceğini söylüyor. Kendi adına, kendi öykü serüveni için yeni bir öykü tanımı getiriyor. Öyküsünün öfke ve kedere dayalı olduğunu söylüyor. Yazmak için öfkeye, kederin getirdiği acı ve itiraza gereksinimi var. Bozkurt için öykünün kendisi çılgınlık. Bozkurt, zehir ve panzehir tanımlarıyla öyküsünü dengelemeyi de ihmal etmiyor.
    Zehrin karşıtı ve ilacı panzehirse, öfke ve kederi öykülere dökerek ve orada bırakarak, yani panzehre ve dolayısıyla sükûnete ulaşarak zehrin ölümcül etkisinden kurtuluyor. Ancak Bozkurt’un yeni bir öykü yazması için yeniden zehre yani öfkeye ve kedere gereksinimi var. Bunlar olmadığı zaman öykü yazmıyor. Bunlar varken yaşamak için yazmaya gereksinim duyuyor. Yazmadığı zaman sadece yaşadığını söylüyor.
    Öykücünün, yazarın ya da şairin iki ayrı yaşamı olduğunu kabul etmek gerekirse, sürdürülen gerçek yaşamı sıradan yaşam; yazarken kurulan, kurgulanan, yapıtlarında söze ve eyleme dönüşen yaşamı yazarak yaşanan yaşam olarak adlandırabiliriz. Bozkurt sürdürülen yaşamdan yakınır ve yazdıklarıyla yaşadığı anlara sığınır. Onu sükûnete taşıyabilecek bir araçtır yazarak yaşamak. En çok bu yaşam biçimini yeğler. Gerçek yaşamla, yazarken yaşamayı takas eder yazar; öfkeyle dinginliği, zehirle panzehri.
    Sait Faik örneğiyle, Hasan Cüneyt Bozkurt öykücülüğüne dönecek olursak ortak noktalar kurmak olası. Sait Faik de bulamadıklarını, öykülerinde bulmayı amaçlıyor ve bunun için yazıyordu: Yaşayamıyorsan yazarak yaşa! Nitekim Sait Faik bunu öykülerinde tema olarak kullandığı ütopik bir ada metaforuyla açıklamaya çalışır. Kendisine sükûnet verebilecek yeri “Haritada Bir Nokta”da arar. Öyle bir adadır ki namuslu ve birbirini seven, birbirine saygı duyan insanların yaşadığı bir adadır Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta”sı. Herkes birbiriyle iyi ilişkiler içindedir. İhanetler, düş kırıklıkları, bencillikler, çıkar ilişkileri yoktur o haritada aranılan noktada. Haritada aranılan yer bulunsa Sait Faik yazmak yerine yaşayacaktır.
    İşte o zaman Sait Faik:
    “Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi?” diyecektir. “Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyetler, şöhretler düşünmeden, ‘Düşünürsem Allah canımı alsın!’ düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kâğıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım.”
    Sait Faik yazarak düşünü gerçekleştirdiği düşsel adasını gerçek yaşamda bulsaydı yazmayacaktı. Dağlarda avare dolaşacak, boyaları dökülmüş bir kayıkla balığa çıkacaktı. Sait Faik’in düşlediği bu yer ne acıdır ki haritalarda yer almaz. Yoktur öyle bir yer. Yeryüzü her şafak güneş ışıtsa bile karanlıktır çoğu insan için. Hatta insan yaşadığını sanır ama aslında öldüğünden haberi yoktur. Yer, içer, çalışır, dolaşır, birbirine dolanan yaşamlar arasında yolunu yitirir, yaşam budur.
    Benzeri duygular Hasan Cüneyt Bozkurt için de geçerlidir. Bozkurt çıldırmadan yazabilen insanların bunu nasıl becerdiklerini sorgular. İnsan aşktan çıldırabiliyorsa öfkeden ve kederden çıldırabiliyorsa, bunlar yok sayılarak, çıldırmadan nasıl yazılabilir? Hatta nasıl yaşanılabilir? Vahşi kapitalizmin dünyayı ve insanı ‘meta’ya çevirdiği bir süreçte, cennetten söz etmek, yalan söylemektir.
    Bozkurt’un öykülerinde sıradan yaşamların başkalarınca nasıl sıra dışı yaşamlara dönüştürüldüğü görülebilir. Sıradan akışkan yaşam bir anda zorbalar, yaşamı cehenneme çevirmek isteyen zebanilerce cehenneme dönüştürülür. Düşler hoyrat ellerde cücenin paçavralarının saman çöpüyle parçalandığı, un ufak edildiği gibi düş kırıklıklarına bırakır yerini.
    Bozkurt:
    “Mönü ister misiniz?” diye sorana ister istemez, “Siz kaç kadının egosuna kurban edildiniz, kaç adamın kendine çekidüzen vermesine öncülük ettiniz, siz kaç sevgiliyi kurtardınız bayım?” diye yanıt verir.
    Öykü anlatıcısı gibi Bozkurt da “Dünya yıkılsa inanmaya ve yaşamaya değer olanın hayatın değil, öykünün gerçekliği olduğunu” düşünür ve zamanı yargılar, gerçekten de gerisi pespayedir.
    Albert Camus’a gönderme yaparak pekiştirir bunu ve yazanların bütün bu olumsuzluklara karşı tavrını yorumlamaya çalışır:
    “Belki de Camus gibi söylemek gerek. Özgürlükçülüğünü elbette sabit tutalım, ama Camus, fikirlerinin değişmesinden sorumlu tutulmak istemediği için düşünce önderi olmaktan kaçan bir adamdı. Zamanı geldiğinde her şeyin karşıtına dönüştüğü bu samimiyetsizlikte gerçek bir tutunamayandı. Dokunduğu yere bir kimlik çizen tahakküm kılıcını tutamadığından değil, tutmadığından tutunamayandı.”
    Tahakküm kılıcını tutanlara lanet olsun!