Hasan Cüneyt Bozkurt: Öğretmenliğinizin yazarlığınıza katkısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Düşünmediğiniz zaman farkına varmıyorsunuz
ama bunun eğitimini almasaydım, belki bu kadar dile dikkat edemezdim. Yazdığım
kitaplarda dile çok önem veriyorum.
Yazarken diyorum ki kendi kendime:
“Okurken sıkılmasın okuyucu.”
İster yetişkin ister çocuk, şöyle su gibi
aksın, sanki karşısında ben varmışım gibi hayal etsin, dili de güzel öğrensin.
Dili okuyarak öğreniyoruz, konuşarak öğreniyoruz. Edebiyat öğretmeni olmak, bu
konuda herhalde bana yardımcı oluyordur.
İlk görev yaptığım okul, Kayseri Mimar
Sinan İlköğretmen Okulu. Köy enstitüleri kapatılmış, onun yerine ilköğretmen
okulları açılmış. Kayseri Mimar Sinan İlköğretmen Okulu o okullardan biri.
İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü
kapatıldığında ikiye ayrıldı. Erkekleri Ortaklar’a, kızları Bolu’ya
yerleştirdiler. Ben oradan, Bolu Kız İlköğretmen Okulu’ndan mezunum. İlkokuldan
sonra sınav kazanarak, 11 yaşımdayken gittim. Hazırlık sınıfı da dâhil 7 yıl
devlet okuttu. Eğer devlet okutmasaydı öğretmen olmam falan mümkün değildi.
Tütüncü bir ailenin çocuğuyum.
Annem diyor:
“Terzi,” olsun.
Babam diyor:
“Hafız,” olsun.
Başka bir meslek düşünmüyorlar. Öyle bir
konumdaydım. Sonra öğretmen okulunu bitirtip öğretmen oldum. Ama ilkokul
öğretmeni olarak hiç çalışmadım. Çünkü üniversite sınavına girip kazandım.
İzmir Eğitim Enstitüsü’nde okudum. Oradan edebiyat öğretmeni olarak mezun
olunca beni öğretmen okullarına verdiler. Sistemi de biliyorum. Öğretmen
okuluna öğretmen olarak gittim: Kayseri Mimar Sinan İlköğretmen Okulu’na.
11 yaşındaki çocukları alıp öğretmen
oluncaya kadar okutuyorduk. Öyle bir okulda 4 yıl çalıştım. Ondan sonra köy
enstitülerinin devamı olan bir başka okula, Aksu İlköğretmen Okulu’na gittim.
Yine ilkokuldan öğretmen oluncaya kadar çocukları okuttuk. O arada
değişiklikler oldu. Öğretmen okullarını da istemediler, liseye çevirdiler. Bir
süre lise olarak devam etti, öğretmen lisesi. Sonra eğitim enstitüsü yaptılar.
Eğitim enstitüsü haliyle de çalıştım. En son Anadolu Teknik Lisesi’nde, burada,
Aydın’da çalıştım. Oradan emekli oldum. 36 yıllık bir meslek hayatım var.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Acemi Korsan’daki öykülerde hep bir üst kurmaca var. Bilinçli
bir seçim mi?
Bir sınıf öğretmeni arkadaşım beni bu
konuda teşvik etti, diyebilirim.
“Öğretmenim,” dedi, “biz sıralamada önce
bilmeceler, tekerlemeler, deriz; sonra masallar, deriz; öyküye, romana öyle
geçeriz. Çocuklara bu sıralamayı kolay kolay kabul ettiremiyoruz. Masal okumaya
geldiğinde çocuk, ‘Artık ben büyüdüm, masal okumam.’ diyor. Hâlbuki tam masal
yaşında. Bunu çözmek için hiç belli etmeden bu sıralamayı onlara verecek bir
kitap hazırlasak mı?”
Benim de o ara bunlarla ilgili
çalışmalarım vardı parça parça. Bir araya getirdim. Acemi Korsan böyle bir
kitap. Masal var, söylence var, anı var, öykü var. Roman dışında hepsi var.
Böyle bir kitabı okuduğu zaman çocuk, önce hiçbir şey düşünmeden, yani ben bunu
okuyorum, şunu okuyorum, demeden okuyacak. Kendiliğinden tür bilgisi kazanacak.
Şimdi çok moda oldu yaratıcı yazarlık.
Herkes bunu bir klişeye oturttu. İddialar çoğaldı.
Birisi diyor ki:
“Doğuştan yazar olunmaz. Ben insana 40
günde yazar olmayı öğretirim.”
Öbürü diyor ki:
“Ben bir yılda öğretirim.”
En iyisi elimizde bir kitap olup da bundan
hareketle, gördüğümüzden hareketle çalışmaktır, diye düşünerek Acemi Korsan’ı
yazdım. İlk uygulayanlarda güzel dönüşler oldu.
Kitapta iki tane masal örneği var. Acemi
Korsan bir insan üzerine. Kaf Dağı bir varlık üzerine. Sonra masala çok yakın
bir söylence var. Örnek materyal olunca çocuklara anlatması kolay oluyor.
Çocuğa:
“Hadi bakalım. Sen de yaz.” dediğinizde,
“Ben mi uydurayım öğretmenim?” diyor.
“Evet, uydur sen de.” diyoruz.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Yetişkinler için de yazıyorsunuz. Fakat kitaplarınız ağırlıklı
olarak çocuk edebiyatı üzerine. Neden çocuk edebiyatı?
Yetişkinler için yazdığım öykülerle
tanındım ve onlarla ödül aldım. İlk kitabım Bilgi Yayınevi’nden çıktı. Cilveli
Kahve.
Sonra yayınevi bana:
“Masal ihtiyacımız var. Masal yazar
mısınız?” dedi.
“Allah Allah! Yazar mıyım acaba? Yazarım
herhalde.” dedim.
Derken Uysal Dev ve Duma Duma Dum art arda
geldi ve sevildi. Hatta 2000 yılında Duma Duma Dum en çok satan masal kitabı
oldu. Masalın farkına varan büyükler de okumaya başladılar.
Hatta dediler ki:
“Nalına da mıhına da vurulmuş bu
masallarda. Sadece çocuklar için değil, büyükler için de okunur.”
Baktım, o işi de beceriyorum. Çocuk
kitapları böylece devam etti. Şunu söylemek gerekir: Çocuklar büyüklerden daha
çok okuyor. Bir de satışı var bu işin. Yayınevi kendiliğinden çocuk kitaplarıma
ağırlık verdi ve art arda çocuk kitapları geldi.
Büyükler için de yazmayı sürdürüyorum.
İkinci öykü kitabım Cumhuriyet Kitap’tan çıktı. Şahmaran’ı Yutmak. Üçüncü
dosyanın hazırlığı içerisindeyim. Öykü dosyası. Küçükler için de iki tane romanım
var hazırlık aşamasında. Bakalım ne zaman tamamlanacak.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Okuduğunuz ilk çocuk kitabı hangisiydi? Kitap sizde nasıl
izler bıraktı?
Çizmeli Kedi’ydi. Hiç unutmuyorum onu. Çok
severek bağrıma bastım.
Öğretmen bana:
“Sen okumayı söktün Zehra. Git, bu kitabı
al.” dedi.
Aldım.
“Bir hafta sende kalabilir.” diye izin
verdiler.
Çantama koymadan, göğsüme bastırarak eve
götürdüm. Öyle bir mahalleydi ki bizim mahalle, okuma-yazma bilen yoktu. Annem
de okuma yazma bilmezdi. Babam o mahallede okuma-yazma bilen hemen hemen tek
kişiydi.
Okumayı sökünce bir kurtuluş gibi:
“Bize de oku Zehra!” dediler.
Kaç kişiye okudum o kitabı acaba?
Kitabı alışım hiç aklımdan çıkmaz. Okulda
kitaplığımız yoktu. “Müze,” denilen bir oda vardı. Neden öyle deniyordu, ben de
bilmiyorum. Şimdi akıl yoruyorum, müzeyle bir ilgisi yok ama öyle denmiş.
Öğretmen:
“Üzerinde ‘Müze,’ yazan odayı biliyor
musun?” dedi.
“Biliyorum.” dedim.
“Git, bu anahtarla kapıyı aç. Gir içeriye.
Karşıda bir dolap var. Aç, içindeki kitaplardan beğendiğini al.” dedi.
İlk defa gidiyorum odaya. Kapıyı açtım.
Çirkin bir koku, havalandırılmamış bir oda. Sağ tarafta boydan boya mermer bir
yükselti, bir bango var. Onun üzerinde kavanozlar, tüpler. Meğer orası
laboratuar malzemeleri konan yermiş. Aynı zamanda kitaplık görevi görüyor ama
kitaplık, dediğimiz şu dolap gibi bir şey. İçine kaç kitap alabilirse! Kocaman
okulun kitabı o kadar ve hiç unutmuyorum orada büyükçe bir kavanozun içerisinde
bir cenin, göbek bağıyla beraber suyun içinde yüzüyor. Çok korktum. Hemen
karşıdaki dolabı açtım. Oradan en büyük, mavi, karton kapaklı kitabı kaptığım
gibi koşarak sınıfa gittim.
“Korktum.” demedim öğretmene.
Ama hala o Çizmeli Kedi kitabını böyle
severek kucakladığımı, bağrıma bastığımı hatırlarım ve o “Müze” denen odadan
çok korktuğumu hatırlarım. 1. sınıfım. Yeni öğrendim okumayı. Öğretmen bana
böyle bir kitapla “Aferin.” demek istiyor. O kitabı bütün mahalle okuduk. 10
kere okuduk belki.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Çocuk kitabının iyisi büyükler için mi yazılır? İyi çocuk
edebiyatını nasıl tanımlıyorsunuz?
Bugün dünya çapındaki çocuk edebiyatı
eserlerinin hepsi büyükler için yazılmıştır. Anadolu’da biliyorsunuz bu
öykülerin çoğu büyükler içindir ama sonradan çocuklara vermişiz.
“Bizim kafamız masalla mı uğraşacak!” diyerek
hala masal okumayız.
Hâlbuki masallarda ne çok şey vardır! Ders
vermek amacıyla yazılan hayvan öykülerini düşünelim. Büyükler cezadan korktuğu
için, büyüklerin cezadan kaçması için bulunmuş bir yol bu. Bütün dünya bunu
devam ettiriyor. Bugün de yazarlar söylemek istedikleri pek çok şeyi çocukların
üzerinden söylediklerinde kendilerini korumaya almış oluyorlar.
Bu ara epey çocuk kitabı okudum. Son
zamanlarda bazı arkadaşların yazdıklarına üzülüyorum. İsim vermeden söyleyeyim.
Sadece çocukları gıdıklamak, dikkat çeksin, bu kitap satılsın, diye yazmak hoş
bir şey değil. Bu neye benziyor? İçi zararlı bir maddeyle doldurulmuş olan ama
dışı, ambalajı çok güzel olan bir çikolata, mesela gofretler falan, sonra
diyoruz ya “Bu sakıncalı çocuklar için.” Ama bol bol satılıyor boyalı şekerler,
işte öyle oluyor. Bunlar benim karşı olduğum fikirler. Çünkü bizler bir şeyi
çocuğa bir kere söyledik mi yıllarca unutulmaz o. Bir kere onu yanlış koyduk
mu, düzeltmek kolay değildir artık. Orada bir insani sorumluluk var. Bu
topraklar içerisinde hep beraber yaşıyoruz. Benim yanlış yönlendireceğim çocuk,
benimle aynı sandıkta oy kullanacak, benimle aynı minibüse binecek, aynı
yollarda yürüyecek. Öyleyse onun nasıl bir insan olmasını istiyorsam, işimi
düzgünce yapmam gerekiyor. Para, satış veya ün düşünerek değil. Beni çok
sevsinler, bir numara olayım, diye değil. Çocuk edebiyatındaki bu çarpıklıkları
eleştiriyorum. Dili çok eleştiriyorum. Eğer çocuğun yaşına uygun dil
kullanılmıyorsa bu beni üzüyor.
Hemen bir örnek vereyim:
“Bahçeye girdim. Çok büyük bir ağaç
gördüm.” diyecek çocuk.
Büyük demiyor da devasal diyor. Neden
devasal diyorsun? Ulu de büyük demek istiyorsan. Görkemli de. Çok büyük gölgesi
olabilecek bir ağaç gördüm, de. Öbür ağaçlardan çok daha büyüktü, de. Bir şey,
de en büyük olduğunu anlatmak için. Onun bilmediği ve öğrenmesine de gerek
olmayan devasal sözcüğünü oraya sıkıştırmanın bir anlamı yok.
Çok moda oldu bir ara biliyorsunuz, “Benim
arkadaşım,” diyor. Arkadaşının çok değerli olduğunu ve birkaç yıldır onunla arkadaş
olduğunu anlatmak için “Kadim dostum,” diyor. Kadim sözcüğü eski, demek ama
kadimi genelde bu anlamda kullanmayız.
“Kadim ayakkabımı giyeyim, bir dakika.”
demeyiz.
O hale geldik artık.
Bunlara karşıyım.
İyi çocuk edebiyatı çocukların ruhunu
bozmayan, yaşam zevkini bozmayan, yaşam heyecanını yok etmeyen, onları yanlış
yönlere götürmeyen, vatan sevgisi, dil sevgisi, insan sevgisi aşılayan her
şeydir.
Benim düşüncem bu.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Yazmak için plan yapar mısınız? Yazım süreciniz nasıl
işliyor?
Arkadaşlardan hep duyarım:
“Not defteri taşırım.” falan derler.
Bende yok öyle bir şey. Bunca yıldır not
defteri taşımaya alışamadım.
“Yazarım tükenmez kalemle, sonra onu
temize çekerim.” derler.
O da yok.
Ben ne yaparım peki? Gündelik yaşam
içerisinde hep kafamda konuşan bir ses vardır. O sesi dinlemeye devam ederim.
İş yapıyorum, yemek yapıyorum, bahçedeyim. Neredeysem, bir taraftan o ses
konuşmaya devam eder. Gördüklerimle ilgili veya hayalimle ilgili,
kurguladıklarımla ilgili. Onu unutmadan bir fırsat bulup bilgisayara geçersem
yazmaya başlamışım demektir.
Bana soruyorlar:
“Ne yapıyorsun?” diye.
“Yiyip içip geziyorum. Fırsat bulursam
yazıyorum.” diyorum bu yüzden.
O fırsatı bulmak mesele.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: En sevdiğiniz beş çocuk kitabını sıralar mısınız?
Onu doğru bulmuyorum. O zaman ister
istemez ona özenmek ve benzerini oluşturmak gibi bir şey çıkar, hoş değil. Ama
şöyle: Okuyup da etkisi altında kaldığım pek çok yazar var. Örneğin Binbir Gece
Masalları’nı çok severek okumuşumdur. Hala durur eski baskısı. Güzel bir
tercümedir.
Onu okurken kendi kendime:
“Bunu çocuklara nasıl anlatacağım acaba?”
dediğimi hatırlıyorum.
Büyükler için yazılmış, içinde
anlatılanlar büyüklere göre.
“Acaba çocuklara bununla nasıl hitap
edilir?” dediğimi hatırlıyorum.
Öğrenciliğimizde Dede Korkut Hikâyeleri’ni
ders olarak okuttular. Sonra öğretmen olarak biz okuttuk. Ona da kafa
yormuşumdur. Çocuklar anlasın diye üzerinde çalışır, öyle sınıfa getirirdim.
“Peki, bir öyküyle uğraştım, anlaşılır
hale getirdim. 40-45 dakika için bu zaten pek kolay değil. Hadi 2 ders verdim,
3 ders verdim, oluyor. Bunu bir bütün olarak, değerini bilerek çocuklarla
beraber nasıl okuruz?”
Bu düşünceler bana yol gösterdi ve Dede
Korkut Hikâyeleri’ni 7’den 77’ye herkesin okuyacağı şekilde düzenledim. Güzel
basıldı. 7. baskısını yaptı. Demek ki amacıma ulaşmışım. Önce Shakespeare’i
öğretme! Dede Korkut’u öğret! Bizim klasiğimiz bu.
Dediğim gibi Dede Korkut benim
öğretmenliğimde başlayan bir süreç. Çocuklara edebiyat kitabında veya Türkçe
kitabında Dede Korkut’la ilgili bir parça okutacağım zaman bilinmeyen bir sürü
kelime çalışması yapmak zorunda kalıyordum. Bu konuda daha çok konuşabilmek,
konuşturabilmek için evde onu düzgünce günlük Türkçeye çevirip okula
getiriyordum. O zaman böyle bilgisayar da yok. Elle yazıyorum. Hangi hikâyeyi
ele aldıysam onu veriyorum çocuklara.
“Hep aynı hikâye üzerinde durmayayım.
Başka başka hikâyeler yapayım. Böylece bu çalışma bana kalsın.” diye düşünmeye
başladım.
Kendiliğinden 13 hikâyeyi bugünkü dile
çevirmiş oldum. İçinden bazı şeyleri attım. Mesela küfür ediyor karşı tarafa,
onu kaldırdım. Onun yerine “Kafasız adam!” veya buna benzer şeyler, bugün
söylesen de yadırganmayacak hakaretimsi deyişler koydum. Bazı yerlerde çok
tekrar vardı. Çocuk okurken sıkılmasın diye o tekrarları azalttım. Biliyorsunuz
hepsi manzumdu ama unutuldu. Şu anda hem manzum hem nesir bölümü var. Bugünkü
kelimelerle onları düzelttim. İyi bir kitap çıktı. Öğretmenler de çocuklar da
rahat etti.
Yayınlanmış ne kadar Dede Korkut kitabı
varsa hepsini elden geçirdim. Önsözde de belirttim. Özellikle Edebiyat
Fakülteleri’nde yapılmış olan çalışmaları dikkate aldım. Onlar çok nitelikli.
Fakat ilkokul, ortaokul çocuğuna o şekilde veremezdik. Aslını bozmamak
niyetiyle onlardan yararlandım. Tabi biraz küçülterek. Dede Korkut
Hikâyeleri’nin kapladığı alan küçüldü. Dili herkesin anlayabileceği bir hale
geldi. Öyle ki salon toplantılarında bir hikâyeyi bir bütün olarak
okuyabilirsiniz. Herkes dinleyebilir, konuşulabilir.
Dede Korkut Hikâyeleri’nin bazılarının içinden
kopmuş parçaları çocukluğumda dinlediğimi biliyorum. Mesela Türklerin
Müslümanlığı kabul etmeden önce yaşadıkları inançların bir bölümünü anlatan
Deli Dumrul.
Bir köprü kurmuş kuru çayın üstüne.
Geçenden 40 akçe, geçmeyenden 50 akçe alıyor. Zorla. Neden?
“En deli benim,” diye.
Sadece Gök Tanrı’yı biliyor. Kendi inancı
Şamanizmi biliyor. Obasının yanında çadır kuranlar var. Sesler geliyor oradan.
Bir yaygara kopuyor. Rahatsız oluyor.
Deli Dumrul gidiyor:
“Niye ağlıyorsunuz?” diyor.
Diyorlar ki:
“Ah! Bizim bir yiğidimiz vardı obamızda, o
öldü.”
“Kim öldürdü?” diyor Deli Dumrul kahraman
ya.
“Vadesi geldi. Allah aldı onu bizden.”
diyorlar.
“Nasıl aldı?”
“Azrail’i gönderdi aldı.”
“Bre o Azrail nerededir? Gösterin.
Kılıcımla parçalayayım onu.”
Bilmiyor çünkü. Bu, Allah’ın gücüne
gidiyor.
Azrail’e:
“Git, kendini göster.” diyor.
Gösterince bir sürü şey yaşanıyor. Artık
gerisini anlatmayalım. Sonunda Allah diyor ki:
“Tamam, seni affedeceğiz ama canına
karşılık bir can bulursan.”
Deli Dumrul annesine gidiyor.
“Bana böyle bir ceza verildi. Canını ver
de beni kurtar.” diyor.
Annesi:
“Oğlum tarla takka, atım, devem, ne varsa
vereyim ama can tatlı, veremem.” diyor.
Babasına gidiyor, baba da vermiyor.
Hanımına diyor ki:
“Artık helalleşelim, ben öleceğim.”
Hanımı diyor ki:
“Olur mu öyle şey! Ben veririm canımı.”
Allah’ın bu çok hoşuna gidiyor.
“Anneyle babanın canını alın. İkisine 140
yıl daha ömür verdim.” diyor.
Şimdi burada çok güzel bir toplumsal durum
var, dayanışma var, sevgi bölüşümü var.
Bunu, “Selam da söyleyin Mahmut’uma.
Topumu da tüfeğimi de vereyim aman. Ama can tatlıdır. Canımı da veremem aman.”
diye şarkılı-türkülü bir halk hikâyesi olarak da dinledim. Bir Dede Korkut’ta
var böyle bir şey; bir de halk, onu oradan koparmış böyle bir türkü yapmış.
Akhisar’da dinledim ben bunu. Çocukluğumun geçtiği mahallede.
Akhisar’ın Söke’ye çok benzeyen bir yapısı
var. Kayıp Mahalle romanım Akhisar’da bir mahalleyi anlatıyor. Şu anda Söke’de
o mahalleden bir sokak bulabilirsiniz. Akhisar’da da o sokak hala yaşıyor. Eski
geleneklerini, komşuluklarını devam ettiren insanları anlatıyorum. Sokağın
bugünkü çocukları ve sokağın yakınına gelmiş olan bir site, o sitenin
çocukları. Onların okulları bunların okulları, onların davranışları bunların
davranışları, onların komşuluğu bunların komşuluğu, kendiliğinden iç içe
geçmeye daha vakit bulamadan çarpışma yaşanan bir durum anlatılıyor. Orası,
benim çocukluğumda yaşadığım sokağın bugünkü halidir.
Çocukluğumda nasıldı? Eve elektrik
bağlandığında yanılmıyorsam ilkokul 3’teydim. Radyo yok, elektrik yok, şimdiki
ısınma düzeni yok. İnsanlar sobayla ısınıyor veya mangal yakıyor. Akşamüzeri
erkeler gelmeden önce dışarıda, kapıların önünde mangal yanardı. Baba
geldiğinde oda sıcak olsun, diye küllendiğinde içeriye alınırdı.
Maltız denilen küçük, ocağımsı şeyde
yemekler pişmiş. Yer sofrası kuruluyor, yemek yeniyor. Sonra komşular geliyor.
Hepimiz bir odaya doluşuyoruz. Çoluk çocuk, erkek, kadın hep beraber. Niye?
Isınmadan tasarruf. Lambadan tasarruf.
Bu kadar kalabalık bir arada ne konuşacak?
İçimizde kim güzel söz biliyorsa o konuşuyor. Benim annem çok güzel masal
anlatırdı, hikâyeler anlatırdı. Hepimiz dinlerdik.
Şimdiki gibi, “Bunu çocuklar dinlemez!
Bunu erkekler dinlemez!” diye bir şey yok.
Ağzına sahip olacaksın. Herkesin
dinleyebileceği bir şey anlatacaksın. Bu, önemli bir marifet. Birlikte maniler
söyleniyor. Oturuyorsunuz, dinliyorsunuz. Mısır patlatılıyor, yeniliyor,
içiliyor. Bugün sizde, yarın yan komşuda. Böylece bir tasarruf. Soba yanıyor
bir taraftan. Sobanın üzerinde yarım kiremitler var. Bir sürü. Soba aynı
zamanda onları da ısıtıyor. Geç vakit bunlar eski havlulara sarılıyor. Eve
giderken çocuklar koltuklarının altına alıyor ve koşturmaca o soğukta yatağın
içine koyup uyuyorlar. Ayaklar sıcacık.
Yazın tütüncüler sokak lambalarının
altında tütün dizerdi. Çocuklar, yaşlılar, gebeler. Herkes birbirine sahip
çıkardı.
“Ben komşunun çocuğuna bakmam.” diye bir
şey yok.
Anası-babası yatıyor içerde. Tütüne
gidecekler, gece 12’de kalkacaklar. Onlar erken yatıyor. Böyle bir sokakta
yetiştim. Her yerden insan vardı. Balkan göçmenleri, Midilli göçmenleri, Girit
göçmenleri, yerliler. Herkes bir aradaydı. Kayıp Mahalle romanım böyle doğdu.
Hasan
Cüneyt Bozkurt: Genç öğretmenlere, çocuk edebiyatıyla ilgilenen genç yazarlara
neler söylemek istersiniz?
Popüler olmayı değil, çocuğu ön planda
tutun. Ulusal duygulardan kopmayın. Güzelliklerden, insan sevgisinden, doğa
sevgisinden kopmayın. Ama parmak sallayarak değil. Böyle yaparsanız çocuklar
okuyor. Okumaz, diye bir şey yok. Çok beğendiğim bir söz vardır. Öğretmen
okulunda öğrenciyken bir 23 Nisan için resim öğretmenim 8 metrelik bir kumaşın
üzerine yazdırmıştı. Yürüyüş yaparken elimizde tutacağız:
“Çocuk ve gence kim yar olmuş da bahtiyar
olmamış!”
Bu lafı kendim yazdım oraya. Harfleri
şablon olarak hazırladım. Yerleştirip boyadım.
“Hem düzgün yaparsın Zehra hem de biraz
harçlık kazanırsın.” dedi öğretmenim ve parayla yazdırdı.
“Kızılay verecek parasını.” dedi.
Oradan güzel bir harçlık almıştım ama o
lafı hiç unutmuyorum:
“Çocuk ve gence kim yar olmuş da bahtiyar
olmamış.”
Şimdi siz iletişim kuruyorsunuz
kaymakamla, çocuklara diyorsunuz ki:
“Ben size bir yazar getireceğim ve kitap
vereceğim.”
İşte yar olmak bu. O çocuğun ufkunu
açıyorsunuz.
O diyor ki:
“Ben de yazar olacağım.”
Siz bahtiyar oluyorsunuz.
Erişim Tarihi: 04.04.2022
Söyleşi Tarihi: 08.03.2018
Söyleşi Yeri: Zehra Ünivar'ın Aydın'daki evi.